Bir deprem ekonomik bağımsızlığımızı tehlikeye atabilir mi?
7 Mart 2024… Beklenen büyük İstanbul Depremi gerçekleşti.
Spiker: Sayın seyirciler, İstanbul bu sabah, 7. 5 büyüklüğündeki korkunç depremle yıkıldı. İlk bilgilere göre binlerce binanın çöktüğü, milyonlarca insanın göçük altında kaldığı tahmin ediliyor… Enkaz altındakiler yaşam mücadelesi verirken, büyük oranda hasar gören yollar ve iletişim altyapısı, arama kurtarma çabalarını, sonuçsuz bırakıyor. Bu deprem… yaşadığımız, en büyük felaket…
Kahramanmaraş depreminin üzerinden henüz bir yıl geçmiş ve felaketin yaraları hala sarılamamışken, Beklenen Büyük İstanbul Depremi yaşandı. 7. 5 büyüklüğündeki deprem, Marmara Denizi açıklarında meydana geldi. İstanbul’daki 1. 2 milyon binanın 120 bini yıkıldı ve 200 bini ağır ve orta ölçekte hasar aldı. Depremden saniyeler sonra, 2. 5 milyon kişi göçük altındaydı. Tam 1 milyon 200 bin kişi, o anda enkazın altında kalarak can verdi. 1 milyon kişi kendi çabaları ya da çevredekilerin yardımlarıyla yaralı olarak kurtuldu. Enkazın altında kurtarılmayı bekleyen 300 bin kişi daha vardı ve onlar için zaman, gittikçe daralıyordu. Telekomünikasyon altyapısı kısmen çökmüş, arama faaliyetleri için sınırlı olan internet bağlantısı kullanılıyordu. Enkazın altındakiler ekiplere bir şekilde ulaşsa da, arama kurtarma ekipleri, zarar gören yollardan dolayı enkazlara ulaşamıyordu.
Birçok ilçede dar yollar beton yığınlarıyla kapanınca, ekipler 48 saatlik gecikme yaşadı. Bu gecikme, enkaz altında bekleyen 20 bin kişinin daha hayatını kaybetmesine yol açtı. Ülkenin dört bir yanından yola çıkan yardım araçları, çoktan Tuzla’ya kadar gelmişti. Ama trafik tamamen kilitlendiği için, Tuzla’dan ileriye gidemediler. Beklenen yardım, ikinci günün sonunda Karadeniz ve Çanakkale Boğazı’ndan gelen gemilerle ulaştı. Depremzedeler, bu gemilerle kademeli olarak tahliye edildi. Ancak bazı yerlerde depremden kurtulanlar, toplanacak bir alan bile bulamadılar. Örneğin Bağcılar’da 700 bine yakın insan vardı ama binalar o kadar çok yer kaplıyor ki, yardımlar gelene kadar birçok insan toplanma alanlarının dışında kaldı. 14 gün sonra, enkaz altındaki 200 bin kişi kurtarıldı, 80 bin kişi ise kurtarılmayı beklerken can verdi. Depremin bıraktığı yıkım, çok büyüktü. 1 milyon 300 bin kişi hayatını kaybetmiş, 300 binden fazla bina kullanılmaz hale gelmiş ve 5 milyon insan evsiz kalmıştı. İstanbul depreminin ekonomik maliyetiyse, haftalar içinde anlaşıldı. Çünkü Türkiye’nin hem ihracat hem de vergi gelirlerinin yarısı, İstanbul’dan geliyordu.
Diğer şehirler de hesaba katıldığında, ihracatın 3’te 2’sini Marmara Bölgesi yapıyordu. Bir yıl önceki Kahramanmaraş depreminin maliyeti yaklaşık 30 milyar dolarken, İstanbul Depreminin maliyeti 250 milyar doları bulmuştu. Yani İstanbul depremi milyonlarca canımızı almış, Türkiye’nin üretim altyapısını mahvetmiş ve ekonomik bağımsızlığımızı tehlikeye atmıştı. Peki, geçen yıl yaşadığımız depremden sonra, neden hiçbir önlem almamıştık? Aslında Kahramanmaraş Depremi büyük bir korkuya yol açmış ve bütün Türkiye’nin gündemi bir sonraki depreme hazırlanmak olmuştu. Başlarda birçok insan, evinin depreme dayanıklılığını test etmek için belediyelere ve ilgili firmalara başvurmak istedi. Ancak bazı komşular, binalarının dayanıklı olmadığı tespit edilirse, yıkım kararı çıkmasından korkarak buna karşı çıktı. Bazı komşular da, binaları çürük olduğu için verilen kentsel dönüşüm kararına itiraz etmek için davalar açtı. Devlet depremden sonra, yapı denetim süreciyle ilgili sıkı önlemler aldı. Buna rağmen bazı yapı denetim firmaları ve müteahhitler çıkar ilişkileri kurdu ve inşaatlar denetimsiz şekilde tamamlandı. Birçok müteahhit, maliyeti azaltmak için malzemeden ve işçilikten çaldı. İnşaatlarda bazı ustalar daha fazla uğraşmamak için, gelen betona su kattı ve betonun bütün dayanıklılığını kaybetmesine yol açtı. Bazı belediyeler, bir daha seçilmeme korkusuyla inşaatlardaki yanlışlara göz yumdu ve bina yapımına uygun olmayan yerlere imar izni verdi.
Birçok mahallede, riskli binalar için başlatılan kentsel dönüşüm projelerine karşı çıkıldı. Bazı siyasetçiler de oy toplamak için kentsel dönüşümün karşısında durdu. Türkiye’de 1948’den bugüne 20’den fazla imar affı çıkartılmıştı. Çünkü sadece İstanbul’da milyonlarca kayıtsız bina ve gecekondu vardı ve bu evlerde oturanlar, devletten bu yanlışlarını affetmelerini istiyorlardı. Siyasi partiler de halkın desteğini almak için, imar aflarına hep evet dediler. Sonuçta vatandaş kendisinin ve ailesinin canını düşünmüyorken, bir müteahhit, bir mühendis ya da bir siyasetçi ne kadar düşünebilirdi ki? Insert spiker ahlak:
“Sizin söylediğinizden onu anlıyorum, 1500 yıl önce bilime uygun yaparsan, 1500 yıl ayakta kalıyor. Bilimde bir değişiklik yok, her dönem bilim gelişmiş. Bilime uyarsak uyarız da, insan bozulmuş bizde ben onu anlıyorum. Sizin söylediğiniz o “yüzüm kızarıyor” dediğiniz şey var ya. Artık hepimizin yüzü kızarması lazım yani. Bizde insan bozulmuş. Bizde insan yıkılmış, bina yıkılmış ne ki?”
Sorunun, aslında bir ahlak ve zihniyet sorunu olduğunu anlamışsınızdır. Yani dünya çapında inşaat sektörünüz de olsa, sağlam bir ahlak ve zihniyet inşa edemezseniz, bozulmuş bir toplumun enkazı altında kalırsınız. Peki bu günlere nasıl gelindi ve bir çözüm, mümkün mü? Bundan 100 yıl önce bir apartman dairesine sahip olamazdınız. Çünkü kat mülkiyeti olarak bilinen mülkiyet hakkı henüz gelişmemişti. Yani bir apartmanın sahibi olabilir ama apartmandaki bir dairenin sahibi olamazdınız. İki dünya savaşından sonra konut sıkıntısı yaşayan ülkeler zamanla kat mülkiyeti kanunu çıkarttılar. Türkiye’de bu kanun, 1965 yılında çıkartıldı. Ev ve inşaat konusundaki zihniyetimiz, bu süreçten sonra hızla bozuldu. Çünkü bir apartman sahibi, kullanmadığı daireleri satıp para kazanabilecekti. Böylece daha yüksek katlı bina yapmak, hem arsa sahipleri için hem de müteahhitler için daha karlı olmaya başladı.
Bunun sonucunda, arsa rantı dediğimiz kavram ortaya çıktı. Yani daha yüksek katlı bina yapılmasına izin verilen ya da şehir merkezine daha yakın olan arsaların değeri arttı. Ev ve arsa, yaşanılan yuva olmaktan çıkmış, para kazanılan bir yatırım aracı haline gelmişti. Herkes büyük şehirlerde ev ya da arsa alıp bekliyor, değeri artınca da satıyordu. 1950’lerden sonra köyden kente göçle birlikte, özellikle İstanbul’da nüfus patlaması yaşanıyordu. İstanbul kalabalıklaşınca bina yapılacak arsalar azaldı, arsalar azaldıkça değerlendi, değerlendikçe de konut fiyatları sürekli arttı. Evler barınma aracı olmaktan çıkıp bir yatırım aracı haline gelince, milyonlarca insan için bir barınma krizi de ortaya çıktı. Peki barınma krizinin kaynağı, yeterli sayıda ev olmaması mı? Hayır. Türkiye’de 22 milyon hane var ve buna karşılık 38 milyon konut var. Ancak son yüzyıldır, ev sahipliği oranı azalırken, bazı zenginler her geçen gün daha fazla evin sahibi oluyor. Yani arsa rantına ve daha yüksek binalar yapmaya dayalı şehirleşme anlayışı, zamanla daha çok kişinin evini kaybetmesine yol açacak. Bunu bir örnekle açıklayalım.
400 metrekarelik bir arsa üzerine yapılmış 100 metrekare, 10 katlı ve 20 daireli bir apartmanın bir depremde hasar aldığını ve tekrar yapılacağını düşünün. Daire sahipleri, inşaatı ya bir araya gelip kendileri yapacaklar ya da bir müteahhite yaptırmak zorundalar. Kendilerinin yapması için hem yeterli paraya sahip olmaları, hem de teknik ve resmi birçok prosedürle uğraşmaları gerekiyor. 20 dairenin sahibi de aynı anda yeterli paraya sahip olmayabilir. Eğer yapması için bir müteahhite verirlerse, müteahhit 20 daireye karşılık, belli sayıda daire almadan inşaatı yapmak istemeyecektir. İnşaattan vazgeçip her daireye arsa payları dağıtılırsa, her aileye sadece 20 metre kare gibi komik bir alan düşecektir. Betonarme binaların 50-60 yıl ömrü olduğunu düşünürsek, 2 ya da 3 kuşak sonra birçok insan sahip oldukları evi kaybetmiş olacak. Bu evler gayrimenkul zenginlerine ya da bankaların eline geçecek. Örneğin Amerikalı yatırım şirketleri, ABD’deki satılık evlerin beşte birini satın almış durumda. Küresel sermaye piyasadaki evleri ele geçirirken, sahip oldukları medyayla size, kiracı olmanın ev satın almaktan daha iyi olduğunu söylüyorlar. Sonuç olarak, ranta dayalı dikey şehirleşme aslında bir mülksüzleştirme projesidir. Bunu engellemenin tek yolu yatay şehirleşmeye geçmek ve insanların müstakil ev sahibi olmasını kolaylaştırmaktır. Burada aklınıza hemen şu soru gelecek, milyonlarca insanı müstakil evlere sığdırmak mümkün mü?
Evet mümkün. Örneğin 330 milyon nüfusa sahip Amerika Birleşik Devletleri’nde halkın %75’inden fazlası müstakil ve önünde bahçesi olan evlerde yaşıyor. ABD yüzölçümü çok büyük olduğu için farklı bir örneğe bakalım. Hollanda’nın yüzölçümü yaklaşık Konya ilimiz kadar ve nüfusu 17 milyon. Ancak bu nüfusun da %75’i yine müstakil evlerde yaşıyor. Türkiye’ye benzer olarak Almanya örnek verilebilir. Bizim nüfusumuz 85 milyonken, Almanya’nın ki 88 milyon. Almanya’nın yüzölçümü Türkiye’nin yarısından bile az. Ancak nüfusun yarısına yakını müstakil evlerde yaşıyor. Şimdi Türkiye için bir hesap yapalım. Ülkemizde 22 milyon aile var. Devletin her aileye, evini yapması için 200 metrekarelik arsalar dağıttığını düşünelim. Bunun için 4400 kilometre karelik alan gerekiyor.
Türkiye’nin yüzölçümünün 780 bin kilometre kare olduğunu düşünürsek, ailelere dağıttımız alanlar, ülkenin 100’de 0,5’i bile etmiyor. Yani ülkemizin toprakları aslında yeterince geniş, sorun; nüfusun belli yerlerde yoğunlaşmış olmasında. Olası bir İstanbul depreminde sadece binaların değil bütün ülke ekonomisinin çökebileceğini gördük. Bu yüzden İstanbul’daki nüfus ve üretim, ülkedeki diğer şehirlere taşınmak zorunda. Bu zorla yapılamayacağı için diğer şehirlerin cazip hale getirilmesi gerekiyor. Bilge Mimar Turgut Cansever, 50 yıl önce bunun çözümünden bahsetmişti.
“İstanbul’da 12 milyonluk bir şehir teşekkülünü düzen altında tutabilmek ve bu sayıyı aşmamak için Türkiye’de en az 7-8 yerde daha, her biri 3-4 milyon nüfus taşıyacak 6-7 metropolün daha geliştirilmesi zarureti ortadadır”
Bilge Mimarın bahsettiği çözümü Almanya’daki şehir planlama anlayışında görebiliriz. Almanya’da, önce bir kentin özelliklerine göre o kentin kimliği belirlenmiş ve buna göre kentin büyüklüğü ve sahip olacağı nüfus hesaplanmış. İstanbul gibi kalabalık tek merkez yerine, birkaç milyon nüfusa sahip farklı merkezler oluşturulmuş. Başkent Berlin bir kültür sanat ve medya kenti, Hamburg bir medya ve yüksek teknoloji kenti, Frankfurt ve Düseldorf bir finans merkezi, Stuttgart ve Münih de bir elektronik ve endüstri merkezi haline gelmiş. Türkiye benzer bir modele geçerek, hem nüfus yoğunluğunu dağıtacak hem de ekonomiyi ve refahı bütün ülkeye yaymış olacak. Turgut Cansever, olası bir İstanbul depremine karşı daha detaylı bir çözüm de önermişti.
Buna göre yeni şehirler inşa edilecekti. Bu yeni şehirlerde, apartmanlardaki dikey kat mülkiyeti yerine, yatay kat mülkiyetine geçilecek, yan yana 3-5 ya da 15-20 evden oluşan yatay parseller oluşturalacaktı. Böylece, üst üste kondurulmuş birbirinden kopuk daireler yerine, birbiriyle ilişki kuran evler meydana gelecekti. Ortak mülkte evin bahçesi yapılırken, komşunun hakları da söz konusu olacaktı. Yani birlikte yaşadığımız insanların haklarına riayet ettiğimiz şehirler kuracaktık. Örneğin bazı ülkelerin kanunlarında güneş ışığı hakkı vardır. Yani evinizi yaparken komşunuza gelen güneş ışığını kesemezsiniz. Çünkü güneş ışığını almak, her insanın hakkıdır. Bu uygulama Osmanlı döneminde günlük hayatta zaten mevcuttu, Amerikan ve İngiliz kanunlarınaysa 1800’lerde girdi. . Tabi Osmanlı Devleti de asırlar önce, komşuların rüzgarını ve güneşini kesecek şekilde ev yapılmasına izin vermeyen Hz. Muhammed’i örnek almıştı. Yani değişen şehirlerimiz, zihinlerimizi ve ahlak anlayışımızı da değiştirmiş, aşındırmıştı.
Örneğin arsa alıp hiçbir şey yapmadan değerinin artmasını bekliyoruz. Yani çalışmadan kazanmak istiyoruz. Emek harcanmadan kazanılan şeyin, haksız kazanç olduğunu hatırlamak istemiyoruz. Belki de bozulmamızın en büyük göstergesi budur; bu düzende kaybedenlerin bile, bu düzeni meşru görmeye başlamasıdır. . O halde zihinlerimizi düzeltmeye, şehirlerimizi düzelterek başlayabiliriz.
“Bir, ovalara yerleşmeyeceğiz. Ovalar ziraat için. Dağlara yamaçlara çıkacağız. İkincisi, hafif bina yapacağız. Bunun için de ahşabı, çeliği kullanacağız. Betonarmeyi mümkün mertebe sarf-ı nazar edeceğiz. Az katlı bina yapacağız. Yayılacağız. Yayıldığımız zaman tabiatla ilişkiyi kopartmamış olacağız. Yayıldığımız zaman sema ile ilişkiyi kopartmamış olacağız. Gözümüzün önünde hail olmayacak dağları görmemize karşı, ufku görmemize karşı. Tuluyu ve gurubu seyredeceğiz. “Efendim romantizme mi kaydın? ” diye sorabilirsin. Evet, romantizme kaydım. Çünkü, yaradılmış kainatı görmek. Tuluyu ve gurubu temaaşa etmek. Bize manevi bir haz verir.”
Apartmanlar, insana bu manevi hazzı veremezler. Çünkü apartmanlar insanı merkeze alan, onu mutlu etmek için tasarlanmış yapılar değildir. Apartmanın ilk hedefi tapu sahibine ve müteahhite daha çok para kazandırmaktır. Bu yüzden insanların mutlu olacağı ve huzur duyacağı gerçek yuvalar inşa etmeliyiz. İnsan, kainattaki her şeyle alakadar bir varlık. Ama yüksek binalarda ve büyük şehirlerde yaşayan insanoğlu tabiattan kopartıldı. Doğadan uzaklaştıkça, doğasından da uzaklaştı insan. Aslında doğaya ve doğala dönmeye hepimiz hasretiz. 1992’de devlet tarafından yapılan bir ankette, Türk toplumunun %92’si müstakil ve bahçeli evlerde oturmak istediğini söylemişti. Buna rağmen toplumun yarısından fazlası şu anda yüksek apartmanlarda sıkışıp kalmış durumda. Kimileri bir süre köyüne dönüp ruhunu dinlendiriyor, kimileri biraz yeşil görmek için ilk fırsatta parklara, bahçelere koşuyor.
Salgın döneminde şehirlerin, nasıl birer açık hava hapishanesine döndüğünü hatırlayın. Demek inşa ettiğimiz koca koca binalar ve şehirler, insanca yaşamaya uygun değiller. O halde, sağlam binadan önce sağlam bir ahlak ve zihniyet inşa edeceğiz. Burada herkese düşen görev, belli. Örneğin Mühendis, hendese’den yani geometriden gelir. Mühendisin, geometriye ve bilime uygun inşaat yapması, yeterlidir. Müteahhit, taahütten gelir. Müteahhitin, bir binayı taahhüt ettiği zamanda ve kalitede teslim etmesi, yeterlidir. Mimar, imardan yani güzelleştirmekten, geliştirmekten gelir. Mimarın, şehri güzelleştirecek, geliştirecek evler tasarlaması, yeterlidir. Yani çözüm aslında çok basit. Herkes işini ahlakıyla ve layıkıyla yapsa, yeterli.